Kuran ve Tarihselcilik Sempuzyumu, Kasim, 1996, Bursa (Kuran ve Tarihsellik icinde basildi, Bursa,
2000)
KURAN TARİHSELCİLİĞİNE
BİR SOYKÜTÜĞÜ (GENEOLOGY) DENEMESİ
Yasin Aktay
Kur'an bağlamında
tarihsellik tartışmasını yaparken çok ilginç bir noktadan
geçiyor olduğumuzu görüyorum. Bu nokta, Hristiyan ve Yahudi teolojisinin
geçtiği ve metinleri anlamanın bir yolu olarak geliştirilmiş
yorumsamacı teknikleri andırıyor.
Hepimizin
bildiği gibi bu teknikler Protestanlık denilen, Hristiyanlık
tarihi içerisinde sekülerleşmenin mutlak zaferini hazırlamış
olan tekniklerdir.
Sonuçta,
Protestanlığı doğuran reform hareketi esnasında en
büyük vurgu, Kutsal metinlerin sağlıklı yorumlanmasının,
araya girmiş bulunan tarihsel mesafeden dolayı, elden kaçmış
olduğu üzerindeydi. Reformcu bir insiyakla hareket eden Hristiyanlara
göre, halihazırdaki incil yorumlarının İncil'in asıl
yorumlarıyla hiçbir alâkası kalmamıştı. Oysa kilise bu
tahrif sayesinde ayakta durmaktaydı. Yapılması gereken, mevcut İncil
anlayışının 'asıl' ile hiç bir bağı kalmamış
olduğunu ve 'kilisenin bir yorumundan ibaret olduğunu ortaya koymaktı.
Kilisenin yorum tekeline karşı girişilen bu isyan, sonuçta İncil'in
bir ritüel, bir ayin kitabı olmaktan çıkarılıp, kitlelere,
kelimenin teşekkül etmek üzere olan anlamıyla, bir "dünya görüşü"
ne kaynaklık etmesini sağlıyordu. Modern zamanların
tarihselliğine çok uygun bir beşerî müdaheleyle Hristiyanlık,
ilkini Pavlus'la alıp Roma'yla ve
daha nice örneklerle sürdürdüğü kırılmanın üzerine, bu son
aşıyla beraber iyice "dağılma"ya maruz kalıyordu.
Zira yorum tekeline karşı masum hatta oldukça İslâmî sayılabilecek
isyana, içine girilmekte olan modern zamanların
bilimselci-rasyonalist-nesnelci anlayışı da eşlik ediyordu.
Ve bu anlayış, inananla inanılan şeyi, bilen özneyle
bilinen nesneyi birbirinden ayırıp
farklı zamanlara aitmiş gibi ele almayı mümkün hatta gerekli
görüyordu. Dahası, bilimin kendine ait bir mantığı vardı,
ve bu da imana ait mantığa bir hayli yabancı görünüyordu.
Yükselen değer bilim olduğu için bilim açısından ancak
absürd sayılabilecek, İncil'de nakledilen mucizeler ve olağanüstü
durumların tasvirleri bilimin ışığında yeniden
okununca modern insanın buna inanamayacağına karar verildi.
Evet, kilise incili ancak bir şekilde
yorumlamayı mümkün görüyordu. Bu imtiyazı elinden alındı.
Ama İncille başbaşa kalınca onun bu akıl ve bilim dışı
anlatımlarına ne yapılacaktı?
Çoğu
kişinin malumu olan bu hikayeyi tekrar ilam etmemi hoşgörünüz. Bu son
soruya da tarih problemini Hristiyan teolojisinde tarih sorunsalının
bir başlangıç noktası olarak işaret etmek istiyorum.
O gün
bugün, Hristiyan kutsal metinlerinin anlaşılması çalışmalarında
tarih veya tarihsellik, başvurulan en önemli teknik olmuştur.
Ancak,
burada tarih kavramının ilk ortaya çıkışında
kendine eşlik eden ideolojinin Kartezyen nesnelci bir ideoloji olduğunu
kaydetmek gerekiyor. Peki bunu kaydetmenin önemi nedir? Önemi, herşeyden
önce tarihe, demin telaffuz ettiğim
gibi, bir teknik olarak yaklaşılmasında
yatar. Yani, kutsal metin artık kutsallığı içinde, yaşanan
ve ritüelin bir parçası olarak okunan bir kitap olmaktan çıkıyor, ilk dönem Hristiyanlarının veya
tabiri caizse tanrının piskanalizinin
yapılmasına imkan veren ipuçlarının kolleksiyonuna dönüşüyor.
Kutsal metnin bilimsel bir okuması metin ile metni okuyan arasına bir
mesafe konulabileceğini, dolayısıyla
metnin nesnel bir biçimde anlaşılabileceğini varsayıyordu.
Metni nesnel olarak anlamaya çalışan modern insanın selefleri
ise ilk etapta İncil'deki olağanüstü anlatımların akıldışılığına
karar verdiler. Bunun sonucunda dinden vazgeçemeyenler için bile din, hakim
olan ve daha olumlu bir statüsü olan düşünce açısından negatif
bir değer olarak, hayat içinde alakasız bir unsur olarak hayatiyetini
sürdürdü. Teolojik yorumsamacı olarak bilinen Bultman kutsal metinleri
anlamanın yolunun onlara inanmaktan geçtiğini ilan etti, ancak anlaşılmayan
bir metne inanılamayacağını da ekledi. Yani iman ve anlama
arasında bir diyalektik sözkonusu ediliyordu. Modern insan ise, Bultman'a
göre, İncil'de geçen hikayeleri anlayamıyor, dolayısıyla
onlara inanması mümkün değildir.
Oysa
onları anlaşılır kılmak mümkündür. Nasıl? Onları
tarihsel akıl farkıyla açıklayarak. Kutsal kitabın
mitolojiden arındırılması adını verdiği
projesiyle, Bultman, kutsal metinlerin tarihsellik boyutlarına önemli
vurguda bulunuyordu. Onun başvurduğu tarihsellik, İslâm'ın
kutsal metinlerinde başvurulan tarihsellikten pek farklı değildir.
Onun tarihsellik vurgusunun varıp dayandığı yer
pozitivizmin zaferinin değişik bir kılıkla ilanı olmuştur.
Daha sonra Bultman, mitolojik düşünce biçimine pozitif bir mantık
çerçevesi açısından yaklaşmış olmakla, mitolojinin ayrı
bir varoluş tarzı ve mantığına istinad ettiğini
ve bu varoluş biçiminin pozitivist dilin içinden anlaşılıp
eleştirilemeyeceğini görememekle suçlanacaktır (Bleicher, 1980:
105, 261).
Bu eleştiri
biraz daha irdelendiğinde, "tarih" ve "tarihsellik"
kavramının, bizde Hristiyanlık tarihinin hangi aşamasına
tekabül ettiğiyle ilgili çok mânidar sonuçları ortaya çıkar.
Ben,
bütün bu sonuçlardan, tarih ve tarihsellik kavramları hakkında,
Kur'an'da tarihsellik sorunu tartışılırken kesinlikle
gözönünde bulunması zorunlu olan bir kaç mülahazada bulunmak istiyorum.
Her şeyden
önce, tarih kavramı bugünkü biçimiyle zannedildiği gibi çok eski bir
kavram değildir. Belki bütün dillerde "geçmiş insanların
hikayeleri" anlamında bir tarih nosyonu vardır, ancak, zaman
içinde insanların düşünce ve hayatlarının deveranının
üzerinde bir konum olarak; insanlar arasında bir düzey ayracı olarak, artı,
geçmiş olayların bilimsel ve nesnel bir biçimde bilinmesi anlamında,
bir bilim olarak anlaşılması, çağdaş zamanların işidir.
Modern zamanlarda tarih, diğer tüm bilim disiplinlerinin hizasında
olarak, kendi bilgi nesnesini geliştirmiştir. Dolayısıyla,
bir bilim olarak tarih, tüm bilimler gibi nesnelcilik vehmiyle mâlüldür, fazlası
var, tarih doğrudan doğruya insan eylemini ve düşüncesini konu
ettiği için nesnesiyle ayrıştırılamayan bir varoluşsal
aidiyete sahiptir. Buna rağmen süregiden nesnelcilik iddiasının
ne kadar naif bir iddia olduğu kolaylıkla gösterilebilir.
Özellikle
sanat eserini konu edinen estetik bilimininkine benzeyen bir tarafı vardır
tarihin biliminin. Sanat eserinin önümüzde bilinecek, araştırılacak
üzerinde yorumlar yapılacak nesnel bir veri olarak gözükmesi önemli değildir.
Sanat eserinin her zaman bize söyleyecek bir şeyi vardır. Üstelik
söylediklerini veya söyleyeceklerini bir kavram içinde nihâî anlamda
tüketilebelecek şekilde yapmaz. O bize konuşur, istesek de istemesek
de, veya her zaman olmasa da zaman zaman açılan kalp gözümüze veya
kulaklarımıza hitap ederek kendini icra eder. Sanatla ilgili
tecrübemiz böylece kavramsal bir ilişki değildir. Onu anlamanın
sanatsal bir düzeyi vardır.
Aynı
şekilde tarihte de böyle bir durumla karşı karşıyayız.
Tarihselci deneyimin çok önemli özelliği şu: dönüp tarihe baktığımız
zaman neler olduğunu kavramadan önce bize bir şeyler olmaktadır
ve bize neler olduğunu farketmeksizin geçmişteki bir olaya bakmaktayızdır.
Yani eğer tarihsellikse tarihsellik her an vardır ve biz
tarihsellikle mâlûlüz. Dönüp tarihe bir teknik olarak yaklaşmamız
mümkündür ama o zaman şunu sormamız vacip olur: hangi teknik mütalaanın
nesnellik iddiası olabilir? Zira teknik olarak değerlendirilen bir şey
el-de-dir yani bizimle nisbeti
içerisinde vardır. Ancak teknik düşüncenin arkasındaki varsayım,
bizim, teknik olarak kullanımımızda bulunan, elimizin altında
hazır bulunan alet edevattan ayrı bir ontik varlığa ait
olduğumuz yönündedir.
Burada
tarihsellik nosyonunun başından beri vurguladığımız
"teknik istem" boyutu üzerinde biraz daha duralım. Bugün kullanıldığı
biçimiyle ve Hristiyanlık tarihi içerisindeki ilk dönem pozitivist kullanımlarında,
tarihselci düşünce, tarihin üstüne çıkan, bütün bir geçmişi
kendi gözünün önünde bir film şeridi gibi geçirebilen bir süper insana işaret etmektedir. Bu
süper insan, tarihe bakarken tarih sürecinin dışına çıkabilen,
tarih hakkında kesinlikli bir bilgi üretebilen bir varlıktır.
Tarih içerisinde cereyan etmiş hangi olayın hangi tarihsel şartların
ürünü olduğunu görmekten yana hiç bir sorunu yoktur. Görüşü bu olunca
da, tarih, doğruluğu garanti edilmiş, doğruluğu el-in-in altında, istediği
zaman istediği amaçla kulanabildiği bir teknik donanıma yakınlaşıyor.
Aydınlanma çağının aşkın insan yanılsamasının
vehmettirdiği tarih anlayışı budur. Bu aşkın
insan, İncil özelinde vahye yaklaşırken de incil'in oluşum şartlarının
üstünde, İncil'e muhatap olan insanların zihinsel durumlarının
tamamına vakıf hisseder kendini. Ancak modern insanın tarihle
ilgili hikayesi sonuna kadar böyle gitmemiştir. Tarih felsefesi insanın
tarihsel durumunun ne menem bir şey olduğunun zengin soruşturmalarıyla
doludur. Aslında daha reformlar çağında Viko'yla başlayan
ve ondokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın
başlarında Dilthey ve Rickert gibi filozofların başlattığı
ve tarih ilminin veya bilincinin doğası üzerine derinlemesine
tahlillere varan çalışmaları tarihin bu yönüyle problemsiz olmadığını
ortaya koymuştur. Bu vesileyle tarihe vakıf bir insandan ziyade
tarihin ürünü olan insanın varlığı farkedildi. Yine de bu
ilk filozofların tespiti klasik tarih anlayışının
tabiat bilimlerinin sahip olduğu bir kesinliğe ulaştırmaktaki
yetersizliği üzerinde duruyordu. Dertleri,
tarihin farklı bir bilgi alanı oluşturması dolayısıyla
kesinlikli bir bilim haline yine de nasıl getirilebileceğiydi. Dolayısıyla, tarihselliğe
bunlar tarafından yapılan vurgu, sonuçta insanın bir süperman
olarak restorasyonu teşebbüsünden ibaret olmakla eleştirilecektir
(Göka, Topçuoğlu ve Aktay, 1996).
Kimin
tarafından?
Heidegger'le
başlayan ve Gadamer'le devam eden yorumsamacı tarihsellik eğilimi
tarafından. Tarihsellik düşüncesinin bence bu en gelişmiş
versiyonu, tarihselliğe, insanın bir süper-egemen-özne şeklinde
kurgulanmasının yolu olarak değil, insanın tarihle mâlûl
olduğunu ifşâ etmenin bir yolu olarak başvurmayı
öngörmektedir. Bu çizgide insanın tarihselliğinden bahsettiğiniz
zaman artık bir tarih teleolojisini, bütün zamanların üstünde olan
bir tarihsel güzergâhı, beşeri bilgi potansiyeline başvurup teşhis
etmenin imtiyazını kaybetmiş oluyorsunuz. fiayet vahy
metinlerine ilk zamanlarda muhatap olan insanların tarihselliğinden
sözedilecekse, bu, daha ziyade bugünün insanının tarihselliğine
bir vurgu eşliğinde olacaktır. Yani dünkü insan ne kadar
tarihsel idiyse, bugünkü insan da en az o kadar tarihseldir. Peki, her ikimizin
üstünde, herbirimizin tarihsel veya tarihsel olmayan boyutlarına karar
verebilen bir tarihüstü konum var mıdır? Bu sorunun cevabı
kesinlikle olumsuzdur.
Sözkonusu
tarihselci/yorumsamacı bakışaçısına göre tarihin
ötesine geçme isteği, tipik bir tanrılık istencidir, ve tabiatıyla,
tanrısal bir vizyon gerektirmektedir. Oysa insan tarihle mâlûldür. Tarihle
mâlûliyet, tarihin aşılması çabasıyla giderilemez, bilakis
böylesi girişimlerle yeniden üretilir.
Bunun
anlamı, insanın anlaşılacak bir metin karşısında
kendi tarihinin kendisine dayattığı önyargılar, dertler,
kaygılar eşliğinde bir metni anlamak durumunda olduğudur.
Peki bu, anlamanın sıhhatini bozar mı? Hayır! Anlama ancak
bu tarihsel şekillenmişliğimizle tamamlanan bir şeydir. İnsanoğlunun
zamansal niteliğinden dolayı Kur'an'ın ilk nâzil olduğu
durumun aynen tekrarı zaten hiç bir zaman mümkün olmamıştır
ve olmayacaktır.
Tıpkı
aynı suda bir kez daha yıkanılamayacağı gibi ve tıpkı
bir imtihanda her zaman farklı ve beklenmedik sorularla muhatap
olunabileceği gibi, vahyi algılamakla vahyi pratize etmek arasına
her insanın öznel tecrübesi zaten girer. Bu kadarını teslim ettiğimiz
zaman ipin ucunu teknolojik-anlamıyla-tarihselliğin eline kaptırma
tehlikesinden korkulabilir. Çünkü bu temel veri, bu varoluşsal gerçek, bu
anlamıyla tarihselci düşünceye cesaret veren, ve buradan oldukça
relativist çıkarsamalar yapılmasını sağlayan bir
temel/bir zemin işlevini görmektedir.
Dikkat
edilirse tarihselcilik tartışması yaparken birdenbire
relativizmin kaygısına düşüverdik. Bu, tarihselcilik tartışmasının
genel olarak relativist bir iradenin hizmetinde, bu iradenin çekim alanında
işlemesinden kaynaklanıyor. Devir, katı olan herşeyin
buharlaştığı bir devirdir. Yaşanılan hayatın
aşırı çoğulcu ve tüketimci niteliği katı inanç
çerçevelerine bağlanmayı zorlaştırmaktadır. Düşünce,
ister istemez beraber yaşamakta olan insanların inanç çerçevelerini
yumuşatmaları ve herbirinin diğeri üstündeki hükmedici/tanımlayıcı
yönlerini törpülemesi yönündeki
ekonomik, siyasal veya gündelik hayatın pratik ihtiyaçlarının
kışkırtmasına tabi olmaktadır. Bu yönüyle de
tarihselci düşünce, sanırım, bu meselelerin, İslâmiyet gibi
öz-güveninin zirvesinde bir inanç çerçevesine hissettirebileceği ontolojik
kaygılardan bağımsız olarak tek başına mütalaa
edilebilme şansını çoktan yitirmiş durumdadır.
Sayın
Mehmet Paçacı'nın çok yerinde tesbitiyle, İslâm'ın, değişimin
muhtemel etkilerini karşılamak üzere İctihad adı verilen müesses bir refleksi zaten var. Ancak
ben ictihad kavramının tarihselci düşünceye referans teşkil
edebileceği konusunda sayın Paçacı gibi düşünmüyorum.
Bunun
sebebini de, yukarıda yaptığım tüm mülahazaların bir
özeti olacak şekilde şöyle açıklayabilirim:
Kurana
yaklaşımda tarihselci düşünce, bugün gerek Fazlur Rahman,
gerekse diğer modernist İslâmî versiyonlarıyla tarihselciliğin
en ilkel biçimini referans alıyor. O da insanı tarihin üstünde
vehmeden Aydınlanmacı tarih anlayışıdır. Oysa
tarih vurgusu ille de yapılacaksa tarih
düşüncesinin son dönemlerdeki gelişimini de referans
çerçevelerine dahil etmeleri çalışmalarının gidişatı
açısından çok farklı sonuçlar doğurabilir.
Her şeyden
önce, genel anlamda tarihselciliğe yapılan vurgu, insanın bir
metin veya genel olarak bir bilme ve anlama nesnesi karşısındaki
zaafını ortaya koymaya yönelik bir vurgudur. Kur'an'ın
tarihselliği tartışmasına uyarlanmış biçimiyle
tarihsellik ise, tarihin-üstünde, hatta vahye bile hükmeden bir kudretli tarihin üstünde, tabiri caizse
vahyi vahyedenle vahyi okuyanın pisko-analizini aynı anda yapabilecek
bir bilgi konumunu zımnen varsayıyor. Dikkat edin kimse böyle bir
iddiada bulunuyor demiyorum (kimbilir belki bu iddiada bulunanlar da vardır).
Bu, doğrudan doğruya tarihe yüklenilen bir anlamın zorunlu
olarak talep ettiği bir şeydir.
Son
olarak Kur'an'ın tarihselci bir bakışaçısından ele alınması
yönündeki önerilerin, çağdaş İslâm'ın değişimi
karşılama yönünde sağlıklı reflekslerden yoksun olduğu
varsayımını sıkça işlediğine dikkat çekmek
istiyorum. Aslında, çağdaş zamanlarda Müslümanların tarih
ve değişime kendi geleneksel referanslarının elverdiği
imkanlar ölçüsünde bile, karşılık vermedikleri doğrudur.
Yani (biraz karmaşık olduysa düzeltmeye çalışayım),
burada varsayılabilecek bir tarihsellik düşüncesine referans teşkil
edecek bir kavramsal çerçeve, geleneksel İslâmî metinlerden de rahatlıkla
çıkarsanabilir. Çağdaş Müslüman düşünürlerin bu konuda
geleneksel kabullerin bile gerisinde oldukları söylenebilir. Yani açıkça
bir "tarihin reddi" teması, tarihe karşı açık bir
reaksiyon veya bir belirsizlik olarak kendini gösteriyor. Ancak bunun sebebi
üzerinde de iyice durmak gerekiyor. Kanaatimce var olduğu kadarıyla
tarihin reddi, çok iyi işlenmiş ve düşünülmüş bir şey
olmamakla birlikte Batı'nın tahakkümüne karşı, kendi
kozmolojisi ve kimliği için İslâmî bir kavganın önemli bir
parçasını oluşturmaktadır. Tarihe karşı kavga,
teolojik bir kozmolojiye dayalı inancın devamı için bir kavga
olarak yorumlanabilir. Bütün sorun, büyüsü bozulmuş bir dünyada yaşayan
mitlerin, mutlak hakikatlerin nasıl korunacağı sorunuyla yakından
ilgilidir. Bu yüzden çağdaş İslâm'ı tarihsel bir perspektif
yoksunluğuyla basitçe suçlamak yerine, bu tavrın arkasındaki
dinsel saiklerin anlaşılmasında derinleşmeyi denemek
gerekiyor (Özdalga, 1996).
Ayrıca,
yukarıda değindiğim gibi, bugün bize tarihselliği teşvik
eden şeyin nasıl bir tarihsel insiyak olduğu üzerinde biraz daha
fazla kafa yormayı tekrar öneriyorum. Sanki başkalarının
müdahil olduğu ilerlemeci bir tarih çizgisi üzerinde reva görüldüğümüz
nokta baz alınarak, Kur'an'ın burada bize nasıl uyacağının
arayışı yapılıyor gibidir. Bu da, tarihselcilik
argümanının muhtemel faydalarından yararlanma şansını
iyice azaltıyor. Bu yaklaşımın kendini temellendirmek için
başvurduğu -Hz. Ömer, fiatibi vs- tarihsel referansların,
Müslümanların kendi hayatlarına müdahil oldukları bir ortama ait
oldukları gözden kaçırılmamalıdır. Tabiri caizse,
orada, Müslümanların bilfiil varlıklarından, bir İslâmî
toplumsal bedenden sözedilebilmektedir. Tüm fıkhî teknik ve stratejilerin
de zaten Müslümanların bir insiyatif olarak,bir toplumsal beden olarak
varolmaya başladığı andan itibaren devreye girdiğini
biliyoruz.
Oysa şimdi,
Kur'an'ın böyle bir uygulanabilirlik imkanını sorunsallaştırabilmek
için Müslümanları zorlayan bir toplumsal bedenin, bir pratiğin
mevcudiyetinden ziyade, sorunun tamamen akademik-entellektüel bir toplulukça
icra edilen ve belli yerel veya küresel hegemonyalara tabi olan söylemler
içinde kurulması sözkonusudur. Bu kurgularla, bu söylemlerin ideolojik
ihtiyaçları karşılanmaktadır. Bu konuda batılı
modernizme dayanan tarihselciliğe yönelik batılı eleştirilerin
Kur'an tarihselciliği taraftarlarınca çokça ihmal edildiğini bu
vesileyle belirtmek istiyorum.
Kısacası,
Kur'an'ın tarihselliği tartışmasına benim acizane katkım,
tarihselliğin zannedildiği gibi problemsiz olmadığına;
tarihin üstünde bir bakışaçısı varsaydığı
için kendi kökenlerinden bile kopuk olduğuna; bu kopuk haliyle bir inanç
çerçevesine giydirelemeyeceği gibi kendi iç tutarlılığına
bile kavuşturalamayacağına dikkat çekmekten ibarettir. Ve şunu
söylemekle yetiniyorum: eğer bu tartışma kendi kökenlerine sadık
kalarak ilerlerse, görülecktir ki tarihselcilik insana haddini öğreten/hatırlatan
bir kaygının izini sürmektedir, yoksa insanın kendine yeterliliğinin,
insanın istiğnasının pekiştirilmesinin değil.
REFERANSLAR
Bleicher, J.,
1980, Contemporary Hermeneutics:
Hermeneutics as Method, Philosophy and Critique, London: Routledge and
Kegan Paul.
Göka, E., Topçuoğlu,
A., Aktay, Y., 1996, Önce Söz Vardı:
Yorumsamacılık Üzerine Bir Deneme, Ankara: Vadi.
Özdalga, E., 1996,
Montgomary Watt Üzerine, tezkire,
11. Sayıda yayınlanacak.